16 Aralık 2012

BURIED (2010)


                                                                       BURIED (2010)

    2010 yılında taze diyebileceğimiz bir yönetmenin elinden çıkma Buried'i, senaryosu ve tarzıyla diğer gerilim filmlerinden biraz ayırmak gerekir. Çünkü tüm film bir tabutun içinde geçiyordu ve 1 buçuk saat boyunca seyircinin diri gözlerle bir tabutu izlemesi için her zamankinden biraz fazlasına ihtiyaç duyarsınız. Bilenlerin romantik komedi filmleriyle bildiği, bilmeyenlerinde tatlı Scarlett'imizin eski yavuklusu olarak illaki bildiği Ryan Reynolds, bu filminde hiçbirinde olmadığı kadar oyunculuğunu ön plana çıkarmak zorunda kaldı, bunun sebebide basitti: Bir tabutun içine sadece bir kişi sığar.
    Gözlerini bir tabutta açan Paul Conroy, biraz daha para kazanabilmek için eşini ve çocuğunu Amerika'da bırakıp Irak'a, ticari bir şirketin sivil kamyon şoförü olarak giden ve canlı canlı gömülmeye değmeyecek sıradan bir insandır. Neden orada olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan Paul'ün son hatırladığı konvoylarındaki ani patlamadır. Şimdi ise bir tabutta zipposu ve nerden geldiği belli olmayan cep telefonuyla neden,nasıl sorularına yanıt arayacaktır.
    Paul'ü film boyunca yakın planda izleyeceğiz(malum mekan dar).  Bir tabutta canlı gömülen birinin yüzündeki ifade ne ise izlerken sizinde yüzünüz o şekle girecek. Paul telaşlıyken umutlanacak, ölüm korkusunu yaşarken ailesine ağlayacak, çaresizlikle ölümü kabullenirken yine umut ışığı görecek ve o ne yaşıyosa sizde ekran karşısında aynı hissiyata bürüneceksiniz. Bu açıdan film izleyiciyi kendisine çekmeyi çok iyi başarmış. Yani sıkılırım sanmayın diye söylüyorum: Bende önce "bayar mı?" diye korkmuştum ama gözümü kırpmamış olabilirim.
    Buried'de bir tabut hikayesinin içine harika yayılmış, kesinlikle abartılmadan verilen insani mesajlar, yan hikayeler de var. Genelde bu tarz prodüksiyona sahip filmleri zenginleştirmek için filme monte edilen bu hikayeler Buried'de kesinlikle sırıtmıyor hatta filmin en can alıcı ana arterlerinden de birini oluşturuyor.
    Filme klostrofobikseniz hiç bulaşmayın üzülürsünüz. Bunun dışında izlenmemesi için hiç bir sebep yok. Dozunda bir gerilim ve muhteşem bir finale sahip. Son olarak Tanrı kimseyi Paul Conroy'un durumuna düşürmesin diyelim ve iyi seyirler dileyelim...

Hangi filme benziyor:
Tek mekan gerilimi: Phone Booth, Fermat's Room(La habitación de Fermat), Panic Room, The Mist, 127 Hours
Klostrofobik: Fermat's Room, Sanctum, Das Boot

24 Kasım 2012

MARTYRS (2008)


                                                                        MARTYRS (2008)

    İnsanoğlunu korkutmak hiçte zor değildir.ne kadar kolay gülebiliyorsak minimum atmosfer ve altyapıyla kolayca -ben korkmam diyenler için- tırsabiliyoruz. Günümüz sinema teknolojisiyle bu atmosfer ve altyapınında yeterince ucuz ve kaliteli olduğunu düşünürsek her yıl çekilen yüzlerce korku filmini bir diğerinden daha iyi yapan sadece ne kadar korkuttuğu mudur acaba? Beni ise asıl korkutan film değildir. Her izleyişimde ilk yarısını bitirdikten sonra "umarım sonunu bağlayabilirler" diye korkmaya başlarım. Çünkü kulağınıza gelecek kadar bütçesi olan çoğu korku filminin ilk yarısı benzer kalitededir, heyecanlandırır, tırstırır, gerer. Kısacası güzeldir yani amacına ulaşmıştır aslında. Filmin kalitesi ise ikinci yarısında ortaya çıkar. Çünkü artık filmin konusuna karakterlere hakimizdir, sadece sonunu merak etmeye başlarız ve malesef genelde filmin sonu saçma sapan, bir yere bağlanmadan bir anda bitiverir ve boş bir sinemada yanınızda kız arkadaşınız yoksa "iki saatimi heba ettim" demeye başlarsınız. Bu blog da iki saatinizi boşa harcamayacağınız filmler vadettiği için bu uzun girişle beraber size Martyrs'den bahsetmeye başlayabilirim.
    Filmimiz 2008 Fransa/Canada ortak yapımı bir film. Yönetmen ya da oyunculardan ne gördüğünüz ne duyduğunuz biri var. Ama bu Fransızların çaktırmadan götüm götüm geliştirdikleri korku endüstrilerinin başarısının çok güzide bir örneği.

    Bir işkence odasından kaçmayı başarmış küçük Lucie'nin tek ve en yakın arkadaşı yaşadığı yetimhanedeki oda arkadaşı Anna'dır. İki kız birbirlerini çok iyi anlamakta ve Anna Lucie'nin yaşadığı korkunç tecrübenin travmasını atlatabilmesi için yaşının üstünde bir olgunlukla yardım etmektedir. Beraber geçirdikleri 15 yılın ardından, hayatını mahveden işkencecilerini bir şekilde bulan Lucie'nin intikamını en acımasız biçimde almaya da karar vermişlerdir. Filmin genel konusu bu değil, bu filmin açılış konusu demek en doğrusu aslında. Daha fazlasınıda söylemeye hiç gerek yok bence ama üstüne basarak söylemek istiyorum BU BİR İNTİKAM FİLMİ DEĞİL. İç içe geçmiş konuları takip ettikçe "bok vardı intikam alcak daha mı iyi oldu şimdi lan?" gibisinden cümleler sarfetmeye başlayabilirsiniz.
    İlk paragrafta bahsettiğim gibi yazmak için bu korku filmini seçmiş olmamın sebebi son 45 dakikasıdır. Filmin ikinci yarısında gerilmeye devam ederken "neden" sorusunu da soracaksınız ki zaten bu soruyu düzgün cevaplayabilen korku filmleri bir adım öne çıkıyor. İşkence temelli korku filmlerinde işkencenin yapılış sebebi her zaman salt manyaklıktır. Martyrs bunun biraz daha ötesinde kendi içinde nispeten mantıklı bir sebebe dayandırarak "sonunu iyi bağlamışlar" dedirtiyor.
    Martyrs'i korku, işkence,işkence sonrası psikoloji, inceden dram gibi etiketleyebiliriz. Ama ben bu filmi "salt vahşet"  olgusundan biraz uzakta tutmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Filmin gerçekten rahatsız edici olduğuda bir gerçek seçimizde bunu da göz önünde bulundurun lütfen.

Hangi filme benziyor:
Fransız korku filmi: À l'intérieur, Ils, Haute tension
İşkence teması: Hostel

Hangi modda izlenir:
kan görmekten çekinmeyen bi grupla elbette karanlıkta her türlü gider bu bu film.

4 Kasım 2012

DOGMA(1999)


                                                                          DOGMA(1999)

    Millet olarak gerçektende kaliteli komedi filmine açız. Ferhan Şensoy'lar, Yılmaz Erdoğan'lar, Cem Yılmaz'lar bayadır efsane filmlerine ara verdiler. Tabi gerçek sanatın az para ettiği bu ülkede recep ivedik'lerle yarışıp moral bozmamak istemelerini de gayet normal karşılıyorum zaten. Ha bu durum diğer ülkelerde de böyle mi? O kadarını bilemiyorum ama uzun zamandır sinemalara kral bir kara komedi filmide gelmedi hani.
    Sizde bu tarz bir komedi filmi arıyorsanız sıradaki filmimiz size gelsin: Kevin Smith'den Dogma. Kevin Smith abimiz bize pekte tanıdık gelmiyor biliyorum ama kendisi Hollywood'un hem aranılan yönetmeni hem senaristi hem de oyuncusudur. Clerks filmiyle patladı ve her amerikalının tanıdığı 90ların efsanevi "Jay and Silent Bob" ikilisini yarattı, sonrada bu ikiliyi yine kendi yazdığı ve yönettiği din/hristiyanlık eleştirisi filmi Dogma'ya monte etti. Film elbette sansasyon yarattı ve tahmin edebileceğiniz gibi demokratik ülkemizde afişine kadar yasaklandı. "Tanıdık oyuncu var mı?" derseniz liste şu şekilde: Matt Damon, Ben Affleck, Alan Rickman, Jason Lee(My Name Is Earl), Chris Rock, Salma Hayek, Alanis Morissette vs. Tabi bu oyuncuların hepsi filmde ya melek, ya peygamber. Hatta biri Tanrı rolünde filmin sonlarında karşımıza çıkıyor.
    Cennetten kovularak dünyaya gönderilen 2 melek(Matt Damon, Ben Affleck) Tanrı'nın kurallarında bir açık, yasal bir boşluk bulmuşlardır.Bu açıktan yararlanarak cennete geri dönme planları yaparlar ancak bu açığı kullanırlarsa Tanrı'nın kusursuzluğunu alt edecek ve bir paradoks yaratacaklardır. "Tanrı'nın kusursuzluğu" kavramının çökmesi demek dünyanın da sonunu getirecektir. Bunu engellemek için Tanrı, meleği aracılığıyla Hz. İsa'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan, kürtaj merkezi işleten Bethany'ye(Linda Fiorentino) dünyayı kurtarma görevini veriverir.
    Dogma, çok zekice soru ve yorumlarıyla katolik hristiyanlığı ve paralelinde din tanımını çok şiddetli biçimde yeriyor. "Var veya Yok" tartışmasına kesinlikle girmeden, filmin adından da anlaşılacağı gibi sorgulamamız gerektiğini mizahi bir şekilde anlatıyor. Eleştiriler sert,kabul. Filmi izlerken sürekli "tövbe tövbe" diyecekseniz hiç başlamayın derim ben.Ama bunun en nihayetinde komedi filmi olduğu bilinciyle izlerseniz yeterince eğlenirsiniz zira film hakkaten komik. "Güldürürken düşündüren" derler ya, Dogma filmi tam da bu deyişin karşılığını veriyor.

Hangi filme benziyor:
Absürd Komedi: Idiocracy, Monty Python and the Holy Grail, G.O.R.A., Dumb & Dumber, Arabesk
Din Eleştirisi: Life of Brian, The Magdalene Sisters

Hangi modda izlenir:
izliceğimiz komedi filmi harbi güldürsün ama ya.Bütün film tebessüm etmek istemiyom bildiğin gülmek istiyom ben.

21 Ekim 2012

THE DEVIL'S DOUBLE (2011)


                                                           THE DEVIL'S DOUBLE (2011)

     Saddam rejiminin bitişiyle hem belgesel hem sinema alanında patlayan yapımlar neredeyse sektör içinde mini bir "Irak" sektörü doğurdu.Bu mini sektörün kaymağı çoktan yendi artık diye düşünürken rejimin arka planında kalan, hem bizlerin hem sinemacıların diktatörlüğün çökmesiyle unuttuğu birini, Hüseyin ailesinin "psikopatını", Uday Hüseyin'i tanıtıyor bize The Devil's Double. Dominic Cooper'ın hem Uday'ı hem Latif Yahia'yı canlardırdığı, bence en iyi performansını sergilediği filmde Uday Hüseyin'in sınırları olmayan eğlence hayatını izlerken sadistliğinin de sınırları olmadığını göreceksiniz.
    Latif Yahia sıradan bir Irak askeri, bir subaydır. Ülkesine ve ailesine sağdık Latif'in tek bir kusuru vardır: Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin'in oğlu Uday Hüseyin'e fazlasıyla benzemek. Bu benzerliği kaçırmayan Irak'lı yetkililer Latif'i başkanlık sarayına çağırır ve ona tabiri caizse "reddedemeyeceği bir teklif" yaparlar: Ya Uday'ın yerine geçecek ve dublörü, ikizi olacaktır, ya da ailesini ölüme gönderecektir. Bu teklif karşısında çok zorlanmayan Latif kararını şıp diye verir elbette. Ancak diktatörlük perdesinin ardında Irak halkıyla ancak rivayetlere dayanan bir tanışıklığı olan Uday o rivayetlerdeki kadar manyaktır, evet. Latif, tüm Bağdat'ı oyun alanı gibi kullanan Uday'ın hayatına girdikçe bu gerçek yüzüne daha sert vuracak, gittikçe olmak istemediği birine dönüşmeye başlarken, kurallarını Uday'ın koyduğu bu dünyadan kurtulmak için ödemesi gereken bedelin büyüklüğünü de anlayacaktır.
    The Devil's Double, tamamen gerçek bir hikaye üzerine kurulu. Bu hikayeyi yaşayan kişi de, sonra bunu kitaplaştıran kişi de Latif Yahia'nın bizzat kendisi. Bu bakımdan filme otobiyografik diyebiliriz.(diyebilir miyiz? bende tam bilmiyorum) Ayrıca içinde kararında aksiyon, biraz Irak-biraz saray, bir tutam gerilim, yalandan da bir aşk hikayesi bulabilirsiniz.
    Bu arada Latif'in Uday'a ne kadar benzediğini de buradan görebilirsiniz.

Hangi filme benziyor:
Irak konulu film: Green Zone, The Hurt Locker
Diktatörlük konulu film: Last King of Scotland, Der Untergang
Körfez savaşı konulu film: Jarhead

1 Ekim 2012

THE BOAT THAT ROCKED (2009)


                                                       THE BOAT THAT ROCKED (2009)

    Bilen bilir, rock müziğin anavatanı her ne kadar Amerikalılar da ellerinden geleni yapsa da her zaman Britanya'dır.En basitinden bakınız: Queen, Pink Floyd, Beatles, Rolling Stones, The Who, Led Zeppelin, NOKTA. Sayamadığım daha nice muhteşem gruplar zamanında nasıl efsane iseler şuanda da o kadar efsaneler. İyi de bu adamlar o şaheserleri yaratırken, rockstar olurlarken İngiltere'de herşey güllük gülistanlık mıydı? Gitarların sahnelerde yeni yeni parçalanmaya başladıkları bu dönemde ülkenin, hükümetin bu sert ve muhalif müziğe bakışı nasıldı? Hoşnut olsalardı The Boat That Rocked asla çekilemeyecekti.
    Rock müziğin artık dünyada geniş kitlelere hitap ettiği ve yukarıda bahsettiğim birçok efsanevi grubun temellerinin atıldığı 60'lı yıllar aynı zamanda dönemin muhafazakar hükümetlerine karşı daha bilinçli bir muhalif gençliğin oluştuğu, hippi dalgasının tsunamiye dönüşerek gelişmiş ülkeleri işgal etmeye başladığı zamana da tekabül eder. Tam bu dönemde İngiltere'de radyo sektöründe devlet eliyle tekel durumda olan BBC sadece klasik müzik ve jazz a yer verir programlarında. Çok geniş bir rock dinleyicisinin talebini karşılamak isteyen Quentin(Bill Nighy) eski bir balıkçı gemisiyle İngiltere karasularının dışında kuzey denizinde korsan radyo olarak kulaklardaki pası silmektedir. Geminin İngiltere'de en popüler olduğu olduğu zamanda okuldan atılan Carl(Tom Sturridge) vaftiz babası Quentin'in yanına, gemiye gider. Film Carl'ın gemiye ayak basması ve ekiple tanışmasıyla başlıyor. Her biri ingiliz halkının gözünde bir rockstar dan farksız 8 birbirinden garip, çılgın ve komik DJ, 1 lezbiyen aşçı ve çılgın patron Quentin ile başbaşa kalan Carl'ı siz düşünün artık.Zaten tüm film bu gemide geçiyor ve gemideki inanılmaz ortam içine sizi de sokmayı başarıyor. Ben şahsen Carl'ın yerinde olmak istemiştim izlerken. Söylemeden geçmeyelim gemimiz rock müzikten nefret eden hükümetin tüm yaptırımlarına karşı koymak içinde canla başla uğraşıyor film boyunca.
     The Boat That Rocked bir dönem filmi. Film, dönemin bu olaylarını abartmadan dramatize etmiş elbette ama gerçek hikaye demesekte gönül rahatlığıyla az çok yaşanmış olaylar diyebiliriz zira korsan rock yayını yapan bir gemi(Radio Caroline) gerçektende varmış o yıllarda.Film için %80 komedi %10 siyasi %10 dram diyebiliriz tür olarak ama rock n roll %100 kesinlikle. Yukarıda bahsettiğim grupları bilen, az çok dinleyen bir ekiple izlenirse filmden maksimum zevki alabilirsiniz. Çiğdemden ziyade cips-kola filmidir bu anlayana. Bu gece The Boat That Rocked'ı seçip seçmeme konusunda kararsız iseniz filmin hoşuma giden sloganını da yazayım tam olsun: "1 tekne, 8 DJ, 0 ahlak"

Not: Film boyunca dinlediğiz 60 kadar şaheserden 32'sini alıp cd yapmış satıyorlar. Rock n roll hayranları affetmesin süper playlist.

Hangi filme benziyor:
Ciddi rock n roll filmi: The Doors, Almost Famous, Pink Floyd The Wall 
Komikli rock n roll filmi: This Is Spinal Tap, The School of Rock, Tenacious D in The Pick of Destiny
Müzikli dönem komedisi: This Is Spinal Tap, Walk Hard: The Dewey Cox Story

Hangi modda izlenir:
Gençlik, tam ortama göre bi film buldum acaip komik, ful müzikli. Yok olm çok eğlenceli yazıyo lan öyle okudum.  

20 Eylül 2012

TRANSSIBERIAN (2008)


                                                        TRANSSIBERIAN (2008)

    Transsiberian, adını Rusya'nın doğusundan batısına kadar uzanan binlerce kilometrelik Trans-Siberian demiryolu hattı-rotasından alan 2008 yapımı bir film. Kadrosunda Woody Harrelson,  Emily Mortimer gibi başarılı oyuncuları barındıran filmde "Sir" Ben Kingsley'de başrol oyuncuları arasında. Transsiberian iyi eleştiriler yoğunlukta olmasına rağmen sinemada parasal olarak çok iş yapamadı.Bunun en büyük sebebleri bir önceki filmi "The Machinist" ile sansaston yaratan yönetmen Brad Anderson'dan beklentinin çok çok yüksek olması ve malesef aynı dönemde vizyona giren bir çok filmi -tabiri caizse- mağdur eden "The Dark Knight" ile aynı anda vizyona girmesiydi.
    Transsiberian, adından da anlaşılacağı gibi sibiryada ve çoğunlukla trende geçiyor. Amerikalı evli çiftimiz turistik amaçla çıktıkları Rusya gezisinde sibiryayı en net şekilde bu tren hattı sayesinde görebileceklerini düşünüyor.Ancak yol boyunca karşılaştıkları insanlar hiçte onlar kadar sıradan ve masum değiller.Bu yüzden film boyunca herkesten ve herşeyden şüphe edecek, sürekli olacaklar hakkında tahminlerde bulunacaksınız.Bu durum sizi içten içe gererken üstüne birde dozajı çok doğru verilmiş aksiyon ile gerilmelere devam edebilirsiniz.
    Bu filme Sibirya, kar, o yörenin insanları, kartpostallık manzaralar, suç, biraz yol filmi, amerikalı turistler gibi etiketler yapıştırabiliriz.Tabi filmin çoğunun o klasik, gergin atmosferli eski bir trende geçmeside cabası. Transsiberian, "katilsiz,zombisiz,vampirsiz,psikopatsız,hayaletsiz bir gerilim filmi nasıl yapılır?" konusunda ihtisas yapmış bir film. İzleyinki, "The Dark Knight" yüzünden yaşadığı mağduriyete bir nebzede olsa teselli bulsun, sevaptır.

Hangi filme benziyor:
Gerilim: Panic Room
Benzer iklimde geçen: The Grey
Tren: The Darjeeling Limited

12 Eylül 2012

WE NEED TO TALK ABOUT KEVIN (2011)


                                                     WE NEED TO TALK ABOUT KEVIN (2011)

    Çok fazla ödüle aday oldu, bir çoğunu kazandı.Hem senaryosuyla, hem yönetmeniyle, hem genç yetenek Ezra Miller'ın kireç gibi suratıyla, hem de Tilda Swinton'un inanılmaz performansıyla kendinden çok söz ettiren 2011 yapımı We Need to Talk About Kevin son zamanlarda izlediğiniz psikolojik açıdan en rahatsız edici filmlerden biri olmaya aday.
    Adından da anlaşıldığı gibi film, gençliğini harika geçirmiş taze bir annenin(Tilda Swinton), doğduğu andan beri problemli hatta psikopat diyebileceğimiz bebeği Kevin(Ezra Miller) ile ilgili.Film boyunca Kevin'ın bebekliğinden gençliğine kadarki süreçi izliyoruz(Kevin karakterini 3 farklı oyuncu oynamış) ama bu süreç hiçte sevimli değil.Zaman zaman geriliyor, zaman zaman anne Eva'ya üzülüyor, zaman zaman babanın sonsuz tolerasyonuna kızıyoruz.
    Kevin, doğduğu andan itibaren annesinden sebepsiz bir şekilde -hatta bebekken içgüdüsel bir şekilde- nefret etmiştir. Yaşı ilerledikçe aynı oranda davranışları garipleşmektedir.Kevin bilinçli bir şekilde bu durumu babasına oldukça az hissettirirken annesinden tüm gücüyle nefret etmeye devam eder. Ta ki... cümlenin devamını getirmeyeceğim çünkü filmin sonunu söyleme gibi bir niyetim yok ama yeterince şok edici...
     Filmin bana göre diğer psikopatlı filmlerden en önemli farkı; konunun ana karakteri Kevin olmasına rağmen olayların odağına anneyi oturtması, bize filmi Kevin'ın değil annenin gözünden izletmesi.Bunu yapmalarının 2 önemli sebebi var:
    1- İzleyenler bu sayede film boyunca Kevin'ın ne hissettiğini ne düşündüğünü anlayamıyorlar bu da Kevin'ın film boyunca gizemli bir kişilik olarak kalmasını sağlıyor ve sürekli "neden" diye sordurtuyor.
    2- Bu sayede klasik "psikopatlı" filmlerden sıyrılarak bize herşeyi doğru yaptığını düşünen bir annenin çaresizliğini, tüm mücadelesine rağmen anne şefkatini sonuna kadar nasıl koruduğunu gösteriyor ve şu soruyu soruyor: Suçlu anne mi, baba mı, çocuk mu?
    Anne-baba olanlar ya da olmayanlar film bittiğinde muhakkak tek bir soru soracak: İnsan öz evladından ne zaman nefret edebilir?
    We need to talk about Kevin, tam manasıyla bir psikolojik gerilim filmi içinde macera öğeleri ya da ucundan kıyısından dram barındırmıyor.Şiddet sahnesi yok, kanlı bıçaklı sahneler yok.Ama anne ve Kevin her göz göze geldiğinde o gerilimi dibine kadar yaşayacaksınız.

Hangi filme benziyor:
Gerilim yönüyle: Das Experiment, American Psycho
Sorunlu genç: Stay, Tenderness

5 Eylül 2012

THANK YOU FOR SMOKING (2005)


                                                       THANK YOU FOR SMOKING (2005)

    "İsimden yola çıkarak filmin sigara probagandası yaptığını düşünmeyin sakın yok öyle birşey" diyerek başlayalım filmi tanıtmaya.Yönetmenlik kariyerine başarılı kısa filmlerle başlayan Jason Reitman 2005 yılında ilk uzun metraj filmi Thank You for Smoking'i çekmekle kalmadı, Christopher Buckley'in aynı isimli romanının senaryosunuda kendi yazdı.Bu ilk uzun metraj filminin çok iyi yorumlar almasında elbette çoğunuzun Dark Knight filmi ile tanıdığı Aaron Eckhart(Harvey Dent)'ın performansının da büyük etkisi vardı zira oyuncu Thank You for Smoking ile en iyi komedi performansında  Altın Küre'ye aday olmuştu.
    Bu film neredeyse tüm ülkelerde reklam yasağı bulunan tütün endüstrisinin nasıl bir strateji ile sigara tüketiminin -en azından- azalmamasını sağlama çabasına yüzeyselde olsa bir göz atmamızı sağlıyor.Film en basit haliyle bu yönden bile diğer çerezlik komedi filmlerinden sıyrılmayı ve konuyu çekici kılmayı başarıyor.
    Dünyanın en zor mesleklerinden birini başarıyla yapan boşanmış ve bir çocuk babası Nick Naylor'ın yaşamı işi ve oğluyla ikiye bölünmüş durumdadır.Mesleği, "tütün firmaları birliği" olarak adlandırabileceğimiz Big Tobacco'nun baş sözcülüğü olan Nick, sonu gelmeyecek bir konu olan sigara argümanını tüm dünyaya karşı savunmak durumundadır.Onu televizyondan tanıyan tüm insanların nefretini kazanan Nick'in aynı zamanda ilkokul çağındaki oğluna da örnek bir baba olması gerekmektedir.Filmde, bu sıkıntılarla yaşamını sürdüren Nick'in oğluyla, medyayla, tütün baronuyla ilişkisini ve kendinden nefret eden büyük bir kitleyle baş etme çabasını eğlenceli ve kaliteli komedi öğeleri ile izliyoruz.
    Thank You for Smoking, salt "espri yapabilmek" için böyle değişik bir konuyu işlemiş diye düşünebilirsiniz ancak filmde bundan çok daha fazlası var. Film, aslında " sigara" başlığı altında bu argümanın, tartışmanın çıkış noktasının profesyoneller tarafından nasıl ele alınabileceğini, farklı bakış açılarını anlatırken, haklı-haksız kavramının sonsuz varyasyonlarla yorumlanabileceğini gösteriyor aynı zamanda.
    Thank You for Smoking'i tercih edecekler, filmi "çerezlik bir eğlence" olarak düşünmesinler.Hele kara komedi olarak hiç düşünmesinler ancak muhtemelen 1 buçuk saat boyunca yüzünüzden tebessüm eksik olmayacak.

Hangi filme benziyor:
Eğlenceli yönüyle: Easy A
Benzer bir konunun işlenişi ile: Up in the Air

Hangi modda izlenir:
Hep o iç sıkıntısı ile geçen pazar günleri var ya, hah, o akşamların birinde izleyin, kimle izlerseniz izleyin.

1 Eylül 2012

THE WORLD'S FASTEST INDIAN (2005)


                                             THE WORLD'S FASTEST INDIAN (2005)

    Büyük usta Anthony Hopkins bu filmde yeteneğin çoğu zaman keskin karakter rollerinde ortaya çıkacağı genellemesini bir kez daha yerle bir ederek, farkını bu sakin, sıradan, sevecen ihtiyar rolünü oynarken bile gözümüzün içine soktu.Filmin beklenen hasılatı elde edememiş olması çoğumuzun bu filmden haberdar olmamasının en büyük sebebidir herhalde.Bende buradan yola çıkarak çoğunuzun ilk defa duyduğunu düşündüğüm 2005 yapımı bu filmden bahsetmek istedim.
    The World's Fastest Indian gerçek bir hikayeden uyarlama.Yeni Zelanda'lı sevimli ihtiyar Burt Munro(Anthony Hopkins) küçük kulübesinde yaşayan, komşuları tarafından sevilen ama "garip" olarak nitelendirilen bir adamdır.En büyük hayali ve yaşama amacı herşeyden çok sevdiği emektar 1920 Indian marka motorsikletiyle kara hız rekorunu kırmaktır.Bizde filmde bu hayalini gerçekleştirmek üzere Utah-A.B.D.'ye, kara hız rekorlarının kırıldığı kurumuş tuz gölüne yaptığı seyahati izliyoruz.Yeni Zelanda'dan bindiği gemi ile Amerika'ya, orada satın aldığı eski ve ucuz arabayla Utah'a olan yolculuğu boyunca karşılaştığı değişik tipleri ve Burt'ün bu kişilerle etkileşimini izliyoruz.
    Böyle uzun ve bilinmezlerle dolu bir yolda Burt'ün saf, iyi niyetli, herkese güvenen kişiliği ekran başında sizi çok endişelendirecek. Her an kazıklanacak, soyup soğana çevrilecek gerilimiyle filmi izleyeceksiniz. Anlayana şu ipucunu da söyleyeyim: Yönetmen "Karma"yı bu filmde tam kapasite çalıştırmış.
    The World's Fastest Indian aslında eğlenceli bir yol filmi.Ana temasının "rekor denemesi" olduğunu düşünmeyin sakın çünkü filmin vurucu kısımları daha çok Burt'ün kişiliği ve yaklaşımıyla yabancılardan aldığı reaksiyonlar.The World's Fastest Indian'ı izlerken azim, adanmışlık ve elbette biraz şansla mucizeye gerek kalmadığını farkedeceksiniz.

Hangi filme benziyor:
Eğlenceli yol filmi: Interstate 60, Little Miss Sunshine
Sportif azim: Cinderella Man

Hangi modda izlenir:
olum şöyle eğlenceli bi yol filmi izleyek lan? Euro trip falan gibi ergen komedisi değil ama şöle düzgün kaliteli bişey

29 Ağustos 2012

THE MAN FROM EARTH (2007)


                                                     THE MAN FROM EARTH (2007)

     2007 yılında Richard Schenkman adlı bir yönetmen, 200.000 dolarlık bir bütçeyle ucuz mu ucuz bağımsız bir film yaptı, bu film de figuranlarda dahil sadece 11 kişiyi oynattı ve bu kişileri evin bir odası ve bahçesinden dışarı çıkmayacakları şekilde filme aldı ve tüm dünyada sansasyon yarattı.Tabi burda filmin kitaptan uyarlandığını belirtmekte fayda var o yüzden yazar Jerome Bixby'nin yönetmene çok yardımcı olduğunu da söyleyelim.Film, imdb'de 60.000 küsür kişiden ortalama 8/10 oy aldı ve işin Türkiye yanını söylemek gerekirse ekşi sözlükte "The Man From Earth" başlığı için 37 sayfa var.
     Konusu basit ama içi dolu: John Oldman üniversitede saygın bir profesördür ancak bir anda eşyalarını toplar, istifa eder ve oradan ayrılmaya karar verir. Üniversiteden profesör arkadaşları olan bitene anlam verememiş, gitmesi için bir sebep bulamamışlar ve John'un istememesine rağmen sürpriz bir veda partisi yaparak işin iç yüzünü öğrenmek için John'un neredeyse eşyasız evini tabiri caizse basarlar.Israrlara dayanamayan John bomba açıklamayı yapar: 14.000 yaşındadır ve yaşlanmıyordur.Yaşlanmadığının farkedilmemesi içinse belli aralıklarla yaşadığı yeri terketmesi gerekiyordur.Şok olan ahali, ki sıradan bir ahali değil içlerinde arkeoloji, antropoloji, hristiyan tarihi profesörleri falan var, mesleklerinden gelen bilgi birikimiyle John'u çürütmeye ve bunun bir şaka olduğunu itiraf etmesine uğraşırlar.Filmin sonuna kadar bu dialogları dinliyoruz ve bazı inanılmaz tarihi hikayelerin "gerçek" versiyonlarını da John'un ağzından öğreneceğiz(elbette kurgusal). Bu bölümler zaten filmin vurucu sahneleri ve ekrana kitlenmenizi sağlamayı başarıyor.
     Bu gece efektli, üzerine para harcanan, en azından ünlü birinin oynadığı bir film izlemek isteyenler bu filmi tercih etmesinler.Eğer beklentinizin çok üzerinde sonuçlar aldığınız ucuz ve bağımsız filmlerden hoşlanırsanız bu filmi de seveceksiniz demektir.

Hangi filme benziyor:
Ucuz ve bağımsız bir film olarak: Pi, Primer
Film boyunca yaşattığı şüphe yönüyle: Primal Fear, K-PAX
Tek mekanda başlayıp bitmesi yönüyle: 12 Angry Men, Carnage

Hangi modda izlenir:
İndie film sever bir arkadaş grubunuzla ya da gecenin sessizliğinde, sakin kafayla yalnız izlemeniz tavsiye olunur.

HACHIKO: A DOG'S STORY (2009)


                                         HACHIKO: A DOG'S STORY (2009)

    Richard Gere abimizin ve Haçiko karakterini oynayan köpeğin başrolde oynadığı 2009 yapımı Hachiko: A Dog's Story gerçek bir hikayeye dayanıyor. O kadar gerçekki, aslı Tokyo-Japonya da 1930 lu yıllarda yaşanan bu hikayenin başrolündeki Haçiko'nun şuan bir heykeli de Tokyo'da mevcut.Bu hikaye hakkında ön bilgi almak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz. Ama ben filmin izlenmeden hikayenin okunmasını tavsiye etmiyorum çünkü film tamamen bu olanları anlatıyor.Önce izleyip ardından araştırınız.
   Filmimiz Amerika'da geçiyor.Profesor Parker Wilson(Richard Gere) her gün evinden tren istasyonuna yürüyen, trenle üniversiteye giden, akşamda aynı yolla evine geri dönen bir aile babasıdır.Birgün şans eseri bulduğu akita cinsi köpek tüm ailenin ama özellikle profesor Parker'ın hayatını değiştirecektir.
   Hachiko: A Dog's Story, besleyip büyüttüğü köpeğiyle arasında bağ kuran kişilerin anlatıldığı diğer "hayvanlı" filmlerden biraz daha fazlasına sahip. Şöyle açıklayayım: Köpek ile insan arasında ne kadar yoğun bağların, sadakatin ve minnettarlığın oluştuğunu sadece filmlerden değil çevremizden de biliyoruz. Peki insan gün gelirde artık köpeğinin yanında olamazsa? Köpek sizce sadakatini ne kadar daha sürdürebilir, size minnettarlığını bir kez daha gösterebilmek için ne kadar daha bekleyebilir?
   Hachiko: A Dog's Story bir hayvan filmi(hoş bir cümle olmadı ama başka nasıl ifade edeceğimi bulamadım gerçekten) ama aynı zamanda inanılmaz bir drama.Haçiko'yu izlerken gözlerinizin bol bol dolması, hele daha önce köpek beslemişseniz veya besliyorsanız hüngür şakır ağlamanız çok muhtemel gerçekten.
   Hachiko: A Dog's Story her ortamda veya yalnızda izlediğinizde aynı hazzı alabileceğiniz herkese hitap edebilen bir film tabi eğlence amaçlı izlemeyin çünkü bir "Titanic" romantizmi ve "Shindler's List" üzüntüsünün bir karışımını izleyeceksiniz.Yazılarımda şahsi fikirlerimi söylememeye özen gösteriyorum ama tavsiye ettiğim insanlardan en ufak bir olumsuz eleştiri almadım, ben de onlara bu konuda katılıyorum.Film tamamen kurgu olsaydı "yok artık bu kadar da olmaz" diyebilirdiniz ancak gerçek bir hikaye izlediğinizin farkında olduğunuzdan bu tepkiyide veremiyorsunuz ve bu sizi ekstra etkiliyor. Hayvansever bir sevgiliniz varsa bu gece bu filmi sürpriz yapıp beraber izleyebilirsiniz ben kefilim.

Hangi filme benziyor:
Hayvanlı film(hala doğru ifadeyi bulamadım): Lassie, War Horse
Sadakat ve minnettarlık: yine Lassie, War Horse (böyle sadakat insanda olmaz)

26 Ağustos 2012

MOON (2009)


                                                                 MOON (2009)
 
   Bu sefer dünyada değil ayda geçen bir filmden bahsetmek istiyorum.2009 yılında çekilden Moon sadece BAFTA dan değil bir çok başka festivalden de ödüllü bir İngiliz filmi. Başrolünde çoğumuzun Yeşil Yol filminde ki gebertilesi karakterden tanıdığı, benimse şahsen muhteşem bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Sam Rockwell var.Başka kim var derseniz yok. 3-5 oyuncunun yeterli olduğu, Sam Rockwell dışında oynayanlarında toplasan 10 dakika göründüğü bir senaryoya sahip Moon. Aslında dublajsız izlerseniz belki farkedebileceğiniz gizli bir baş rol oyuncusu daha var filmin: GERTY adlı robotu seslendiren Kevin Spacey (American Beauty, The Usual Suspects, Seven).
   Daha önce bahsettiğim gibi tüm film ay üzerinde geçiyor. Kaynaklarını hızla tükettiğimiz dünyada bulunmayan bir enerji kaynağını çıkarmak için Sam Bell'in ayda maden çıkaran bir şirketle çalışmak üzere 3 yıllık kontratı vardır. Bu 3 yıllık sürenin bitmesi için şafak sayan Sam'in, güzel eşi ve çocuğunu görmekten başka arzusu yoktur.Bu 3 yılda ise diyalog kurduğu tek kişi -daha doğrusu şey- GERTY adlı robottur. Konu bu ama "hikaye" başka. Ben malesef size hikayeden bahsedemeyeceğim çünkü hikaye, filmin bir sahnesinde sizi şok ederek başlayacak ve ardından soru işaretleri ile birlikte Sam'in yaşadığı dramı ve olan biteni çözme uğraşını izleyeceksiniz.
   Moon geçtiği mekan ve konu itibariyle genel anlamda bir bilimkurgu filmi. Ancak filmde yaratıklar, savaş sahneleri ya da en azından silahlı robotlar bile yok.Zaten film uzak gelecekte geçmiyor, şuanki teknolojik ivmeye göre benim tahminim 50-150 arasında benzer teknolojiye ulaşılabileceği. Ancak filmin geleneksel bilimkurgu filmlerinden çok farklı olmasının asıl sebebi senaryo. Bilimkurgularda senaryo üzerine çok uğraşılmaz çünkü yapımda ne kadar farklı, özgün bir gelecek hayal edilmişse getireceği para da buna kabaca doğru orantılı olur.Moon tam tersine 5 000 000 dolar bütçeyle yapılmış mütevazı bir bilimkurgu ki bize asıl anlatmak istediği gelecekteki dünya değil, o teknolojiye erişildiğinde ortaya çıkan endüstriyel ahlaki durum.O yüzden ben bu filmi birazda dram olarak etikleyeceğim çünkü filmi izlerken Sam ile empati yaptığınızda yaşadığı travmanın bir hayli büyük olduğunu düşüneceksiniz.
   Toparlamak gerekirse Moon, saf bir bilimkurgu izlemek isterseniz beklentinizi karşılayamayabilir, dediğim gibi neredeyse hiç aksiyon yok filmde. Ancak muhetemel bir gelecek öngörüsüne ahlaki bir bakış atmayı başarmışlar ki bu yazıyı filmi izledikten sonra tekrar okursanız demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Hangi filme benziyor:
A.I. Artificial Intelligence(robotların toplumdaki yeri), (hayatım yalandan ibaretmiş yönüyle) The Truman Show ve The Island

22 Ağustos 2012

I SAW THE DEVIL (2010)


                                             I SAW THE DEVIL (2010)

I Saw the Devil korku ve gerilim filmleriyle son yıllarda revaçta olan uzak doğudan, Güney Koreden 2010 tarihli bir yapım. Film, kısa sürede birçok yerel ve uluslararası ödüle de sahip oldu. Başrolde Oldboy'u izleyen herkesin tanıdığı, aynı zamanda ülkesinde de bir efsane olan Min-sik Choi oynuyor ve tam anlamıyla döktürüyor.
   Film izleyicinin ekrandan bir saniye bile gözlerini ayıramamasını sağlayan bir işleyişe sahip şöyleki; her filmin giriş-gelişme-sonuç bölümleri olduğunu düşünürsek bu filmin ilk 5 dakikası giriş, son 5 dakikası sonuç bölümü diyebiliriz zira kendisi 2 saatten fazla süren bir film.
   I Saw the Devil, basit bir intikam hikayesi aslında ama işleyiş olarak altı bir hayli dolu. Hamile eşinin bir psikopat(Min-sik Choi) tarafından öldürülmesiyle hayatı altüst olan polis intikam için psikopatın/seri katilin peşine düşer.Bir seri katil hikayesi beklemeyin sakın çünkü seri katilimizi 2 küsür saat boyunca yakinen, bol bol izleyeceğiz. Zaten film daha çok tam manasıyla "psikopat" kelimesini tarif etme amacında. İşin güzel yanı intikam peşindeki polisimizde psikopatın peşinden koştukça psikopatlaşıyor ve polis için intikam amacı fiziksel acı çektirme arzusuna, psikopat için acı çektirme güdüsü yerini polisin kendisine yaptıklarından intikam alma çabasına bırakıyor.İyi/kötü ayrımını da filmin başında sert bir şekilde yapan yönetmen ilerleyen dakikalarda "iyi" insanın iyilik sınırını test ediyor.
   Öncelikle bu yapım kesinlikle bir korku değil ama tam anlamıyla bir gerilim filmi ancak asıl uyarım şudur ki şiddeti son noktasına kadar gözünüze sokmaya çalışmış yönetmen.Kırılan kemikler, parçalanmış etler, bolca kan ve en ilginci de bunu yapmaktan zevk alan surat ifadeleri...
   Kurgusu çok çetrefilli bir film aramıyorsanız ve şiddet sahnelerinden rahatsız olmazsanız bu gece bu filmi seçebilirsiniz. Ben uyarımı yaptım, "yok bana komaz bunlar" derseniz pişman olacağınızı düşünmüyorum.

Mesela hangi filme benziyor:
Şiddet sahneleri: Inside
İntikam(sevdiğini kaybetmiş manyak olmuş tarzı): The Crow

Hangi modda izlenir:
Kandan,şiddetten korkmayacak bir eküriyle(erkek erkeğe), gergin bir gece geçirmek için.
 

Pu-239 (THE HALF LIFE OF TIMOFEY BEREZIN) 2006

         
                          Pu-239 (THE HALF LIFE OF TIMOFEY BEREZIN) (2006)
                   

   Pu-239(The Half Life of Timofey Berezin), 2006 yılında 5 000 000 $ gibi küçük bir bütçe ile tamamlanan, tamamı Rusya'da geçen bir HBO(amerikan) filmi.Bu tür parasız filmlerin bazen ne kadar fark yaratabildiğini,ünlü oyuncular ve özel efekler olmadan da çok başarılı yapımlar olabileceğini gördük daha önce.Bu film de bize bu hissiyatı uyandırma amacı taşıyor zaten. Film boyunca -bütçesinden de anlaşılacağı gibi- öyle ünlü, tanıdığınız oyuncuları göremeyeceksiniz,belki başrol oyuncularının daha önce izlediğiniz filmlerinden bir aşinalık gelir o kadar. Oyunculuk hakkında pek yorum yapmak istemiyorum ne kadar doğru yapabileceğimden emin olmadığım için ama oyunculuğu çok ön plana çıkaracak karakterler de yok zaten Pu-239'da.Yine de Timofey Berezin karakterini oynayan  Paddy Considine'in durağan, ruh hali değişmeyen karakterine rağmen kendini gösterdiğini düşünüyorum.
   Gelelim Pu-239'un konusuna: Efendim Rusya'nın kırsal bölgesindeki bir nükleer santralde çalışan Timofey Berezin bir gün bir şekilde ölümcül derecede radyasyona maruz kalır.Bu durumu farkeden yöneticiler santrallerine zeval gelmesin diye olayı örtpas ederek Timofey Berezin'i işten çıkarırlar.Geriye güzel karısı ve küçük çocuğu ile kısa zaman sonra öleceğinin farkında olan işsiz ve parasız Timofey Berezin kalır.Pu-239 tam bu noktada kendini belli ediyor ve "siz olsanız ne yapardınız?" mesajıyla öldükten sonra ailesine onsuz daha rahat bir yaşam bırakmak isteyen Timofey'in planını izliyoruz.
   Pu-239 içine biraz macera, heyecan katılmış bir dram filmi.Timofey'in ölmeye her geçen gün biraz daha yaklaştığını gözlemlerken aynı anda zamanla yarışına da tanık oluyoruz.Tabi bu arada yan karakterlerin yaşamından kesitlerle Rusya'nın sosyo-ekonomik durumunu öğrenme ve sokak hayatı hakkında da küçük bir bilgi sahibi olabiliyoruz.Söylemeden geçemeyeceğim şey ise diyaloglara bolca serpiştirilmiş az ve öz cümleler.Zaten bir kısa hikayeden uyarlanmış Pu-239, bence asıl vurucu yanını bu cümlelerle gerçekleştiriyor.
   Filmi, net bir tarz arayışı içinde değilseniz, dramı bol ama bir o kadarda sürükleyici öğeleriyle seçmenizin mahsuru yok.Size yalnızca dram dersem de yanıltmış olurum çünkü bir" Babam ve Oğlum" beklentisine girmenizi istemem özellikle de bizim ülkemizde dramdan deyince anlaşılan ağlak filmler olduğu için.Gözyaşı beklemeyin ama bir iki damla süzülebilir ayık olun.

Mesela hangi filme benziyor:
Ailen için fedakarlık: John Q
Çaresizlik: The Pursuit of Happyness

Hangi modda izlenir:
Annen: Evladım televizyonda hiçbişi yok, yok mu senin filmin şöyle hüzünlü babanla izleyebilceğimiz bişey?Baban kolay sıkılır ama biliyosun ona göre.

16 Ağustos 2012

THE WAY BACK (2010)

                                                 THE WAY BACK (2010)


 The Way Back 2010 yapımı taze sayılan bir film aslında.En iyi makyaj dalında birde Oscar adaylığı var.Ed Harris, Colin Farrell gibi abilerimiz mevcut bu filmde ve ekstradan Mark Strong. Bir de başrolde Jim Sturgess oynamakta.eğer hedef kitlemdeki okuyuculardansanız ismini bilmesenizde fotoğrafını görüp hatırlayacağınız başarılı bir aktör.Bu üçlü ve birkaç tane daha hapishane kaçkınının inanılmaz yolculuklarını izliyoruz bu filmde. "Bu kadara çileli ve uzun bir yolculuğa ne gerek vardı?" sorusunu, o yaşananları tecrübe edemediğimiz için asla cevaplandıramıyoruz.Yaklaşık 8.000 km yaya süren bu yolculuğa gereksinim duymalarının asıl sebebi-bahane olabilir mi bilmem ama- komünizmden uzaklaşmak, dolayısıyla da Rusya'dan.
   Hiç uzatmadan okuyucunun bu filmle ilgili tercihini belirleyecek öğelerden bahsedeyim efendim: The Way Back, bir hapishane filmi değil, hapishane şartları da filmin temasıyla uzaktan yakından alakasız.Menzili biraz daha genişletelim diyeceğim ama Sibirya ve şartları da filmin ilerlediği asıl lokasyonu değil.Bu adamlar tabiri caizse asyanın kuzeyinden güneyine yardırıyorlar, ne sibiryası kalıyor ne çölü ne de himalayaları.Kısacası The Way Back katıksız bir yol hikayesi. Yol hikayeleri denince akla A.B.D.'de motorsiklet veya otomobille yapılan her durakta farklı tiplerle karşılaşılan eğlenceli filmler geliyor biliyorum ama bu filmdeki yolculuk tamamen zorunluluktan ve çilelerle dolu.Tabi film boyunca sadece mekanların şartlarına göre çekilen zorlukları izlemeyeceksiniz.Bu işin sağlık kısmını da hadi geçtim, inanılmaz bir psikolojik harbe tanık olacaksınız, bir yaşam savaşının gücünü tüm doğallığıyla izleyeceksiniz.Gerçek olaylardan esinlenildiğini de hatırlatmak lazım.
   The Way Back'i yol,asya,komünizm,Rusya,gulag(sibiryadaki çalışma kampları), fedakarlık,yaşama azmi, gibi kelimelerle etiketleyebiliriz ancak bunların arasından yol ve yaşama azmi olgularını baş köşeye oturtmak lazım, tercihinizi de bunun bilincinde yapmanızı tavsiye ederim.
   Ed Harris her zamanki klasında ama Colin Farrell oynadığı karakter sebebiyle alışmadığımız bir rolde çok iyi iş çıkarmış dikkat ediniz. Jim Sturgess'ın da hapse giriş hikayesi Stalin Rusya'sının özeti adeta gerçekten inanılmaz bir dram.

Mesela hangi filme benziyor?
Yolculuk: Lord of The Rings (tüm fantastik öğeleri çıkartın ama)
Hayatta kalma mücadelesi: Into the Wild, The Road, Cast Away

Hangi modda izlenir:
ister sevgili ile, ister aile ile veya arkadaşlarla. Ama merak eden ve araştırmayı seven biri iseniz yalnız izlemenizi tavsiye ederiz.Konu çok geniş bir coğrafya olduğundan bol bol pause'layıp vikipedi yapabilirsiniz.






INVICTUS (2009)


                                                    INVICTUS (2009)   

   2009 yapımı Invictus, filmin 2 başrol oyuncusu Morgan Freeman ve Matt Damon'a sırasıyla en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında Oscar adaylığı kazandıran Client Eastwood Yönetmenliğindeki bir yapım.Film Mandela'nın Güney Afrika Cumhuriyeti devletinin başına geçtiği dönemde gerçekleşen 1995 rugby dünya kupasını ve Güney Afrika Cumhuriyeti milli takımının hikayesini konu alıyor.O dönemde siyah-beyaz ayrımcılığının iş hayatı ve sosyal yaşamda en sert ve keskin bir şekilde hissedildiği eski ingiliz sömürgesi Güney Afrika Cumhuriyetinde, henüz hapisten çıkan taze devlet başkanı Nelson Mandela'nın 95 rugby dünya kupasını, ülkesi için renk ayrımcılığını yok etmek için fırsat olarak görmesi çerçevesinde ilerliyor.Film boyunca Mandela'nın keskin zekasını ve "devlet başkanı" sıfatının dışında insan ilişkilerindeki tavrını da açık bir şekilde anlayabiliyorsunuz.Tabi aynı zamanda başarı için çırpınan orta halli bir takım olan rugby milli takımının kaptanı Matt Damon'un zorlu kaptanlık görevi ve daha önce hiç tanışmadığı Mandela ile ilişkisi çok çarpıcı.
   Yapım, Nelson Mandela,ırkçılık,milli duygular ve sportif müsabakalar gibi sinema endüstrisinde birçok kez kullanılmış öğeleri aynı filmde toplamayı başarmış.Güney Afrika cumhuriyetindeki sert ırkçılık ve Nelson Mandela hakkında bildikleriniz vikipedi ayarındaysa, daha yakından tarihsel bir gözlükle bakma imkanını bu film ile yakalayacaksınız.
   Konunun müsaitliği ve Client Eastwood abinin bir türlü değişmeyen mesaj verme kaygısı(Amerikanın Mahsun Kırmızıgül'ü) dolayısıyla sayısız sosyal mesaja maruz kalsanızda, benim tavsiyem filmi tarihsel bir süreç olarak izlemeniz.
   Tarih, ırkçılık, Mandela, rugby, azim gibi etkiketler yapıştırılabiliriz filme. Bu etiketlerden birinden hoşlanmanız bile seçiminizi Invictus'dan yana yapmanıza yetebilir.
    Filmin bir sahnesinde rugby dünyasının Pele'si Jonah Lomu'yuda görebileceksiniz.

Mesela hangi filme benziyor?
Irkçılık: Malcolm X
Dram: Gandhi
Spor,azim: Hurricane

Hangi modda izlenir:
Olm sporla ilgili gaz bi film var mı lan izlediğin? ama bütün film rezil olup son 5 dakkada gaza gelip kazanılan rocky tarzı bişi istemiyorum.
                            İLK KEZ GİRENLER İÇİN: BU BLOG NEDİR? NE DEĞİLDİR?


   1-Bu blog herhangi bir sinema sever içindir. Hatta herkes elbette bir şekilde ara sıra film izlediği için sinema sever olmanızda gerekmez."Vay benim sinemaya öyle ekstra bi ilgim yok bana fazla gelir bu incelemeler" diye düşünmeyin, düşünenleri de 4. maddeyi okumaya çağırıyor yazar.
   2- Yazar film eleştirmenliğine soyunmamıştır. Olumlu veya olumsuz eleştiri de yapmaktan mümkün olduğunca kaçınacaktır. Çünkü şahsen tanımadığı okuyuculara "bunu izle ,bu dandik,bunu kaçırma" gibi telkinlerde bulunmak için ne cesareti ne de sinema sanatının inceliklerini bildiğini iddia etme gibi bir ukalalığı vardır, yazar sizin gibi biridir yalnızca ve yalnızca izlemekten zevk aldığı için izler.
   3-Yazar edebiyatçı değildir hatta yazım kuralları konusunda da iyi olduğu söylenemez. Elinden geldiğince Türk dili kurallarına uygun yazmaya çalışacaktır ama pür dikkat yazısını 5 kez revize falan etmeyecektir, anlayış gösteriniz çünkü bu blog en ufak bir edebi kaygı ile yazılmayacaktır.
   4-bugecehangifilm adından da belli olduğu gibi tek bir amaçla yazılmaktadır.O da, ne izlemek istediğinize karar veremediğiniz durumlarda imdb'nin içinden çıkamadığınızda rehber olmaktır.Bu sebeple yazarın 5. maddede anlatacağı blog formatı saf ve katıksız olarak bu amaca hizmet etmeyi amaçlamaktadır. Yazar ne bir sinema eleştirmeni ne gazeteci ne de sinema öğrencisidir.sadece ve sadece sizden fazla film izler.Sanatsal incelemeler ya da yönetmenin ince çakallıklarından, göndermelerinden falan bahsetmez, zaten yakalayabildiği de meçhul hani..
   5- Blog formatı:
        -Filmi yazar belirler.Belirlenen filmler bütün dünyanın bildiği popüler filmler olmayacaktır.Burada amaç zaten büyük çoğunluğun izlediği filmi tanıtmak değil, tersine yazarın kaliteli ve izlemesi zevkli olduğunu düşündüğü ama öyle ulusal kanallarda yayınlanacak kadar popüler olamamış filmlerdir.
        -Yüzeysel bir şekilde konudan bahsedilecektir.Tarzına, işlenişine, oyunculuklara çokta fazla ön planda yer verilmeyecektir.Sadece değinilir.Kısacası işin sanat kısmı es geçilecek,"zevk alarak izleme" teması odak noktası olacaktır
        -Neredeyse hiçbir film tek bir tarz("korku,komedi,macera" manasında tarz) olmadığından filmin belli başlı yönlerinin benzetildiği popüler filmler yazılacaktır.Burada amaç örneğin komedi filmi arayan okuyucunun "istediği tarz" komedi filmine daha kolay ulaştırabilmektir.
        -Yazar, yazdığı bazı filmlerin hangi modda izlenebileceğini anlaşılır olması açısından bir cümle ile açıklayacaktır.

Saygılarımla...