29 Ağustos 2012

THE MAN FROM EARTH (2007)


                                                     THE MAN FROM EARTH (2007)

     2007 yılında Richard Schenkman adlı bir yönetmen, 200.000 dolarlık bir bütçeyle ucuz mu ucuz bağımsız bir film yaptı, bu film de figuranlarda dahil sadece 11 kişiyi oynattı ve bu kişileri evin bir odası ve bahçesinden dışarı çıkmayacakları şekilde filme aldı ve tüm dünyada sansasyon yarattı.Tabi burda filmin kitaptan uyarlandığını belirtmekte fayda var o yüzden yazar Jerome Bixby'nin yönetmene çok yardımcı olduğunu da söyleyelim.Film, imdb'de 60.000 küsür kişiden ortalama 8/10 oy aldı ve işin Türkiye yanını söylemek gerekirse ekşi sözlükte "The Man From Earth" başlığı için 37 sayfa var.
     Konusu basit ama içi dolu: John Oldman üniversitede saygın bir profesördür ancak bir anda eşyalarını toplar, istifa eder ve oradan ayrılmaya karar verir. Üniversiteden profesör arkadaşları olan bitene anlam verememiş, gitmesi için bir sebep bulamamışlar ve John'un istememesine rağmen sürpriz bir veda partisi yaparak işin iç yüzünü öğrenmek için John'un neredeyse eşyasız evini tabiri caizse basarlar.Israrlara dayanamayan John bomba açıklamayı yapar: 14.000 yaşındadır ve yaşlanmıyordur.Yaşlanmadığının farkedilmemesi içinse belli aralıklarla yaşadığı yeri terketmesi gerekiyordur.Şok olan ahali, ki sıradan bir ahali değil içlerinde arkeoloji, antropoloji, hristiyan tarihi profesörleri falan var, mesleklerinden gelen bilgi birikimiyle John'u çürütmeye ve bunun bir şaka olduğunu itiraf etmesine uğraşırlar.Filmin sonuna kadar bu dialogları dinliyoruz ve bazı inanılmaz tarihi hikayelerin "gerçek" versiyonlarını da John'un ağzından öğreneceğiz(elbette kurgusal). Bu bölümler zaten filmin vurucu sahneleri ve ekrana kitlenmenizi sağlamayı başarıyor.
     Bu gece efektli, üzerine para harcanan, en azından ünlü birinin oynadığı bir film izlemek isteyenler bu filmi tercih etmesinler.Eğer beklentinizin çok üzerinde sonuçlar aldığınız ucuz ve bağımsız filmlerden hoşlanırsanız bu filmi de seveceksiniz demektir.

Hangi filme benziyor:
Ucuz ve bağımsız bir film olarak: Pi, Primer
Film boyunca yaşattığı şüphe yönüyle: Primal Fear, K-PAX
Tek mekanda başlayıp bitmesi yönüyle: 12 Angry Men, Carnage

Hangi modda izlenir:
İndie film sever bir arkadaş grubunuzla ya da gecenin sessizliğinde, sakin kafayla yalnız izlemeniz tavsiye olunur.

HACHIKO: A DOG'S STORY (2009)


                                         HACHIKO: A DOG'S STORY (2009)

    Richard Gere abimizin ve Haçiko karakterini oynayan köpeğin başrolde oynadığı 2009 yapımı Hachiko: A Dog's Story gerçek bir hikayeye dayanıyor. O kadar gerçekki, aslı Tokyo-Japonya da 1930 lu yıllarda yaşanan bu hikayenin başrolündeki Haçiko'nun şuan bir heykeli de Tokyo'da mevcut.Bu hikaye hakkında ön bilgi almak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz. Ama ben filmin izlenmeden hikayenin okunmasını tavsiye etmiyorum çünkü film tamamen bu olanları anlatıyor.Önce izleyip ardından araştırınız.
   Filmimiz Amerika'da geçiyor.Profesor Parker Wilson(Richard Gere) her gün evinden tren istasyonuna yürüyen, trenle üniversiteye giden, akşamda aynı yolla evine geri dönen bir aile babasıdır.Birgün şans eseri bulduğu akita cinsi köpek tüm ailenin ama özellikle profesor Parker'ın hayatını değiştirecektir.
   Hachiko: A Dog's Story, besleyip büyüttüğü köpeğiyle arasında bağ kuran kişilerin anlatıldığı diğer "hayvanlı" filmlerden biraz daha fazlasına sahip. Şöyle açıklayayım: Köpek ile insan arasında ne kadar yoğun bağların, sadakatin ve minnettarlığın oluştuğunu sadece filmlerden değil çevremizden de biliyoruz. Peki insan gün gelirde artık köpeğinin yanında olamazsa? Köpek sizce sadakatini ne kadar daha sürdürebilir, size minnettarlığını bir kez daha gösterebilmek için ne kadar daha bekleyebilir?
   Hachiko: A Dog's Story bir hayvan filmi(hoş bir cümle olmadı ama başka nasıl ifade edeceğimi bulamadım gerçekten) ama aynı zamanda inanılmaz bir drama.Haçiko'yu izlerken gözlerinizin bol bol dolması, hele daha önce köpek beslemişseniz veya besliyorsanız hüngür şakır ağlamanız çok muhtemel gerçekten.
   Hachiko: A Dog's Story her ortamda veya yalnızda izlediğinizde aynı hazzı alabileceğiniz herkese hitap edebilen bir film tabi eğlence amaçlı izlemeyin çünkü bir "Titanic" romantizmi ve "Shindler's List" üzüntüsünün bir karışımını izleyeceksiniz.Yazılarımda şahsi fikirlerimi söylememeye özen gösteriyorum ama tavsiye ettiğim insanlardan en ufak bir olumsuz eleştiri almadım, ben de onlara bu konuda katılıyorum.Film tamamen kurgu olsaydı "yok artık bu kadar da olmaz" diyebilirdiniz ancak gerçek bir hikaye izlediğinizin farkında olduğunuzdan bu tepkiyide veremiyorsunuz ve bu sizi ekstra etkiliyor. Hayvansever bir sevgiliniz varsa bu gece bu filmi sürpriz yapıp beraber izleyebilirsiniz ben kefilim.

Hangi filme benziyor:
Hayvanlı film(hala doğru ifadeyi bulamadım): Lassie, War Horse
Sadakat ve minnettarlık: yine Lassie, War Horse (böyle sadakat insanda olmaz)

26 Ağustos 2012

MOON (2009)


                                                                 MOON (2009)
 
   Bu sefer dünyada değil ayda geçen bir filmden bahsetmek istiyorum.2009 yılında çekilden Moon sadece BAFTA dan değil bir çok başka festivalden de ödüllü bir İngiliz filmi. Başrolünde çoğumuzun Yeşil Yol filminde ki gebertilesi karakterden tanıdığı, benimse şahsen muhteşem bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Sam Rockwell var.Başka kim var derseniz yok. 3-5 oyuncunun yeterli olduğu, Sam Rockwell dışında oynayanlarında toplasan 10 dakika göründüğü bir senaryoya sahip Moon. Aslında dublajsız izlerseniz belki farkedebileceğiniz gizli bir baş rol oyuncusu daha var filmin: GERTY adlı robotu seslendiren Kevin Spacey (American Beauty, The Usual Suspects, Seven).
   Daha önce bahsettiğim gibi tüm film ay üzerinde geçiyor. Kaynaklarını hızla tükettiğimiz dünyada bulunmayan bir enerji kaynağını çıkarmak için Sam Bell'in ayda maden çıkaran bir şirketle çalışmak üzere 3 yıllık kontratı vardır. Bu 3 yıllık sürenin bitmesi için şafak sayan Sam'in, güzel eşi ve çocuğunu görmekten başka arzusu yoktur.Bu 3 yılda ise diyalog kurduğu tek kişi -daha doğrusu şey- GERTY adlı robottur. Konu bu ama "hikaye" başka. Ben malesef size hikayeden bahsedemeyeceğim çünkü hikaye, filmin bir sahnesinde sizi şok ederek başlayacak ve ardından soru işaretleri ile birlikte Sam'in yaşadığı dramı ve olan biteni çözme uğraşını izleyeceksiniz.
   Moon geçtiği mekan ve konu itibariyle genel anlamda bir bilimkurgu filmi. Ancak filmde yaratıklar, savaş sahneleri ya da en azından silahlı robotlar bile yok.Zaten film uzak gelecekte geçmiyor, şuanki teknolojik ivmeye göre benim tahminim 50-150 arasında benzer teknolojiye ulaşılabileceği. Ancak filmin geleneksel bilimkurgu filmlerinden çok farklı olmasının asıl sebebi senaryo. Bilimkurgularda senaryo üzerine çok uğraşılmaz çünkü yapımda ne kadar farklı, özgün bir gelecek hayal edilmişse getireceği para da buna kabaca doğru orantılı olur.Moon tam tersine 5 000 000 dolar bütçeyle yapılmış mütevazı bir bilimkurgu ki bize asıl anlatmak istediği gelecekteki dünya değil, o teknolojiye erişildiğinde ortaya çıkan endüstriyel ahlaki durum.O yüzden ben bu filmi birazda dram olarak etikleyeceğim çünkü filmi izlerken Sam ile empati yaptığınızda yaşadığı travmanın bir hayli büyük olduğunu düşüneceksiniz.
   Toparlamak gerekirse Moon, saf bir bilimkurgu izlemek isterseniz beklentinizi karşılayamayabilir, dediğim gibi neredeyse hiç aksiyon yok filmde. Ancak muhetemel bir gelecek öngörüsüne ahlaki bir bakış atmayı başarmışlar ki bu yazıyı filmi izledikten sonra tekrar okursanız demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Hangi filme benziyor:
A.I. Artificial Intelligence(robotların toplumdaki yeri), (hayatım yalandan ibaretmiş yönüyle) The Truman Show ve The Island

22 Ağustos 2012

I SAW THE DEVIL (2010)


                                             I SAW THE DEVIL (2010)

I Saw the Devil korku ve gerilim filmleriyle son yıllarda revaçta olan uzak doğudan, Güney Koreden 2010 tarihli bir yapım. Film, kısa sürede birçok yerel ve uluslararası ödüle de sahip oldu. Başrolde Oldboy'u izleyen herkesin tanıdığı, aynı zamanda ülkesinde de bir efsane olan Min-sik Choi oynuyor ve tam anlamıyla döktürüyor.
   Film izleyicinin ekrandan bir saniye bile gözlerini ayıramamasını sağlayan bir işleyişe sahip şöyleki; her filmin giriş-gelişme-sonuç bölümleri olduğunu düşünürsek bu filmin ilk 5 dakikası giriş, son 5 dakikası sonuç bölümü diyebiliriz zira kendisi 2 saatten fazla süren bir film.
   I Saw the Devil, basit bir intikam hikayesi aslında ama işleyiş olarak altı bir hayli dolu. Hamile eşinin bir psikopat(Min-sik Choi) tarafından öldürülmesiyle hayatı altüst olan polis intikam için psikopatın/seri katilin peşine düşer.Bir seri katil hikayesi beklemeyin sakın çünkü seri katilimizi 2 küsür saat boyunca yakinen, bol bol izleyeceğiz. Zaten film daha çok tam manasıyla "psikopat" kelimesini tarif etme amacında. İşin güzel yanı intikam peşindeki polisimizde psikopatın peşinden koştukça psikopatlaşıyor ve polis için intikam amacı fiziksel acı çektirme arzusuna, psikopat için acı çektirme güdüsü yerini polisin kendisine yaptıklarından intikam alma çabasına bırakıyor.İyi/kötü ayrımını da filmin başında sert bir şekilde yapan yönetmen ilerleyen dakikalarda "iyi" insanın iyilik sınırını test ediyor.
   Öncelikle bu yapım kesinlikle bir korku değil ama tam anlamıyla bir gerilim filmi ancak asıl uyarım şudur ki şiddeti son noktasına kadar gözünüze sokmaya çalışmış yönetmen.Kırılan kemikler, parçalanmış etler, bolca kan ve en ilginci de bunu yapmaktan zevk alan surat ifadeleri...
   Kurgusu çok çetrefilli bir film aramıyorsanız ve şiddet sahnelerinden rahatsız olmazsanız bu gece bu filmi seçebilirsiniz. Ben uyarımı yaptım, "yok bana komaz bunlar" derseniz pişman olacağınızı düşünmüyorum.

Mesela hangi filme benziyor:
Şiddet sahneleri: Inside
İntikam(sevdiğini kaybetmiş manyak olmuş tarzı): The Crow

Hangi modda izlenir:
Kandan,şiddetten korkmayacak bir eküriyle(erkek erkeğe), gergin bir gece geçirmek için.
 

Pu-239 (THE HALF LIFE OF TIMOFEY BEREZIN) 2006

         
                          Pu-239 (THE HALF LIFE OF TIMOFEY BEREZIN) (2006)
                   

   Pu-239(The Half Life of Timofey Berezin), 2006 yılında 5 000 000 $ gibi küçük bir bütçe ile tamamlanan, tamamı Rusya'da geçen bir HBO(amerikan) filmi.Bu tür parasız filmlerin bazen ne kadar fark yaratabildiğini,ünlü oyuncular ve özel efekler olmadan da çok başarılı yapımlar olabileceğini gördük daha önce.Bu film de bize bu hissiyatı uyandırma amacı taşıyor zaten. Film boyunca -bütçesinden de anlaşılacağı gibi- öyle ünlü, tanıdığınız oyuncuları göremeyeceksiniz,belki başrol oyuncularının daha önce izlediğiniz filmlerinden bir aşinalık gelir o kadar. Oyunculuk hakkında pek yorum yapmak istemiyorum ne kadar doğru yapabileceğimden emin olmadığım için ama oyunculuğu çok ön plana çıkaracak karakterler de yok zaten Pu-239'da.Yine de Timofey Berezin karakterini oynayan  Paddy Considine'in durağan, ruh hali değişmeyen karakterine rağmen kendini gösterdiğini düşünüyorum.
   Gelelim Pu-239'un konusuna: Efendim Rusya'nın kırsal bölgesindeki bir nükleer santralde çalışan Timofey Berezin bir gün bir şekilde ölümcül derecede radyasyona maruz kalır.Bu durumu farkeden yöneticiler santrallerine zeval gelmesin diye olayı örtpas ederek Timofey Berezin'i işten çıkarırlar.Geriye güzel karısı ve küçük çocuğu ile kısa zaman sonra öleceğinin farkında olan işsiz ve parasız Timofey Berezin kalır.Pu-239 tam bu noktada kendini belli ediyor ve "siz olsanız ne yapardınız?" mesajıyla öldükten sonra ailesine onsuz daha rahat bir yaşam bırakmak isteyen Timofey'in planını izliyoruz.
   Pu-239 içine biraz macera, heyecan katılmış bir dram filmi.Timofey'in ölmeye her geçen gün biraz daha yaklaştığını gözlemlerken aynı anda zamanla yarışına da tanık oluyoruz.Tabi bu arada yan karakterlerin yaşamından kesitlerle Rusya'nın sosyo-ekonomik durumunu öğrenme ve sokak hayatı hakkında da küçük bir bilgi sahibi olabiliyoruz.Söylemeden geçemeyeceğim şey ise diyaloglara bolca serpiştirilmiş az ve öz cümleler.Zaten bir kısa hikayeden uyarlanmış Pu-239, bence asıl vurucu yanını bu cümlelerle gerçekleştiriyor.
   Filmi, net bir tarz arayışı içinde değilseniz, dramı bol ama bir o kadarda sürükleyici öğeleriyle seçmenizin mahsuru yok.Size yalnızca dram dersem de yanıltmış olurum çünkü bir" Babam ve Oğlum" beklentisine girmenizi istemem özellikle de bizim ülkemizde dramdan deyince anlaşılan ağlak filmler olduğu için.Gözyaşı beklemeyin ama bir iki damla süzülebilir ayık olun.

Mesela hangi filme benziyor:
Ailen için fedakarlık: John Q
Çaresizlik: The Pursuit of Happyness

Hangi modda izlenir:
Annen: Evladım televizyonda hiçbişi yok, yok mu senin filmin şöyle hüzünlü babanla izleyebilceğimiz bişey?Baban kolay sıkılır ama biliyosun ona göre.

16 Ağustos 2012

THE WAY BACK (2010)

                                                 THE WAY BACK (2010)


 The Way Back 2010 yapımı taze sayılan bir film aslında.En iyi makyaj dalında birde Oscar adaylığı var.Ed Harris, Colin Farrell gibi abilerimiz mevcut bu filmde ve ekstradan Mark Strong. Bir de başrolde Jim Sturgess oynamakta.eğer hedef kitlemdeki okuyuculardansanız ismini bilmesenizde fotoğrafını görüp hatırlayacağınız başarılı bir aktör.Bu üçlü ve birkaç tane daha hapishane kaçkınının inanılmaz yolculuklarını izliyoruz bu filmde. "Bu kadara çileli ve uzun bir yolculuğa ne gerek vardı?" sorusunu, o yaşananları tecrübe edemediğimiz için asla cevaplandıramıyoruz.Yaklaşık 8.000 km yaya süren bu yolculuğa gereksinim duymalarının asıl sebebi-bahane olabilir mi bilmem ama- komünizmden uzaklaşmak, dolayısıyla da Rusya'dan.
   Hiç uzatmadan okuyucunun bu filmle ilgili tercihini belirleyecek öğelerden bahsedeyim efendim: The Way Back, bir hapishane filmi değil, hapishane şartları da filmin temasıyla uzaktan yakından alakasız.Menzili biraz daha genişletelim diyeceğim ama Sibirya ve şartları da filmin ilerlediği asıl lokasyonu değil.Bu adamlar tabiri caizse asyanın kuzeyinden güneyine yardırıyorlar, ne sibiryası kalıyor ne çölü ne de himalayaları.Kısacası The Way Back katıksız bir yol hikayesi. Yol hikayeleri denince akla A.B.D.'de motorsiklet veya otomobille yapılan her durakta farklı tiplerle karşılaşılan eğlenceli filmler geliyor biliyorum ama bu filmdeki yolculuk tamamen zorunluluktan ve çilelerle dolu.Tabi film boyunca sadece mekanların şartlarına göre çekilen zorlukları izlemeyeceksiniz.Bu işin sağlık kısmını da hadi geçtim, inanılmaz bir psikolojik harbe tanık olacaksınız, bir yaşam savaşının gücünü tüm doğallığıyla izleyeceksiniz.Gerçek olaylardan esinlenildiğini de hatırlatmak lazım.
   The Way Back'i yol,asya,komünizm,Rusya,gulag(sibiryadaki çalışma kampları), fedakarlık,yaşama azmi, gibi kelimelerle etiketleyebiliriz ancak bunların arasından yol ve yaşama azmi olgularını baş köşeye oturtmak lazım, tercihinizi de bunun bilincinde yapmanızı tavsiye ederim.
   Ed Harris her zamanki klasında ama Colin Farrell oynadığı karakter sebebiyle alışmadığımız bir rolde çok iyi iş çıkarmış dikkat ediniz. Jim Sturgess'ın da hapse giriş hikayesi Stalin Rusya'sının özeti adeta gerçekten inanılmaz bir dram.

Mesela hangi filme benziyor?
Yolculuk: Lord of The Rings (tüm fantastik öğeleri çıkartın ama)
Hayatta kalma mücadelesi: Into the Wild, The Road, Cast Away

Hangi modda izlenir:
ister sevgili ile, ister aile ile veya arkadaşlarla. Ama merak eden ve araştırmayı seven biri iseniz yalnız izlemenizi tavsiye ederiz.Konu çok geniş bir coğrafya olduğundan bol bol pause'layıp vikipedi yapabilirsiniz.






INVICTUS (2009)


                                                    INVICTUS (2009)   

   2009 yapımı Invictus, filmin 2 başrol oyuncusu Morgan Freeman ve Matt Damon'a sırasıyla en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında Oscar adaylığı kazandıran Client Eastwood Yönetmenliğindeki bir yapım.Film Mandela'nın Güney Afrika Cumhuriyeti devletinin başına geçtiği dönemde gerçekleşen 1995 rugby dünya kupasını ve Güney Afrika Cumhuriyeti milli takımının hikayesini konu alıyor.O dönemde siyah-beyaz ayrımcılığının iş hayatı ve sosyal yaşamda en sert ve keskin bir şekilde hissedildiği eski ingiliz sömürgesi Güney Afrika Cumhuriyetinde, henüz hapisten çıkan taze devlet başkanı Nelson Mandela'nın 95 rugby dünya kupasını, ülkesi için renk ayrımcılığını yok etmek için fırsat olarak görmesi çerçevesinde ilerliyor.Film boyunca Mandela'nın keskin zekasını ve "devlet başkanı" sıfatının dışında insan ilişkilerindeki tavrını da açık bir şekilde anlayabiliyorsunuz.Tabi aynı zamanda başarı için çırpınan orta halli bir takım olan rugby milli takımının kaptanı Matt Damon'un zorlu kaptanlık görevi ve daha önce hiç tanışmadığı Mandela ile ilişkisi çok çarpıcı.
   Yapım, Nelson Mandela,ırkçılık,milli duygular ve sportif müsabakalar gibi sinema endüstrisinde birçok kez kullanılmış öğeleri aynı filmde toplamayı başarmış.Güney Afrika cumhuriyetindeki sert ırkçılık ve Nelson Mandela hakkında bildikleriniz vikipedi ayarındaysa, daha yakından tarihsel bir gözlükle bakma imkanını bu film ile yakalayacaksınız.
   Konunun müsaitliği ve Client Eastwood abinin bir türlü değişmeyen mesaj verme kaygısı(Amerikanın Mahsun Kırmızıgül'ü) dolayısıyla sayısız sosyal mesaja maruz kalsanızda, benim tavsiyem filmi tarihsel bir süreç olarak izlemeniz.
   Tarih, ırkçılık, Mandela, rugby, azim gibi etkiketler yapıştırılabiliriz filme. Bu etiketlerden birinden hoşlanmanız bile seçiminizi Invictus'dan yana yapmanıza yetebilir.
    Filmin bir sahnesinde rugby dünyasının Pele'si Jonah Lomu'yuda görebileceksiniz.

Mesela hangi filme benziyor?
Irkçılık: Malcolm X
Dram: Gandhi
Spor,azim: Hurricane

Hangi modda izlenir:
Olm sporla ilgili gaz bi film var mı lan izlediğin? ama bütün film rezil olup son 5 dakkada gaza gelip kazanılan rocky tarzı bişi istemiyorum.
                            İLK KEZ GİRENLER İÇİN: BU BLOG NEDİR? NE DEĞİLDİR?


   1-Bu blog herhangi bir sinema sever içindir. Hatta herkes elbette bir şekilde ara sıra film izlediği için sinema sever olmanızda gerekmez."Vay benim sinemaya öyle ekstra bi ilgim yok bana fazla gelir bu incelemeler" diye düşünmeyin, düşünenleri de 4. maddeyi okumaya çağırıyor yazar.
   2- Yazar film eleştirmenliğine soyunmamıştır. Olumlu veya olumsuz eleştiri de yapmaktan mümkün olduğunca kaçınacaktır. Çünkü şahsen tanımadığı okuyuculara "bunu izle ,bu dandik,bunu kaçırma" gibi telkinlerde bulunmak için ne cesareti ne de sinema sanatının inceliklerini bildiğini iddia etme gibi bir ukalalığı vardır, yazar sizin gibi biridir yalnızca ve yalnızca izlemekten zevk aldığı için izler.
   3-Yazar edebiyatçı değildir hatta yazım kuralları konusunda da iyi olduğu söylenemez. Elinden geldiğince Türk dili kurallarına uygun yazmaya çalışacaktır ama pür dikkat yazısını 5 kez revize falan etmeyecektir, anlayış gösteriniz çünkü bu blog en ufak bir edebi kaygı ile yazılmayacaktır.
   4-bugecehangifilm adından da belli olduğu gibi tek bir amaçla yazılmaktadır.O da, ne izlemek istediğinize karar veremediğiniz durumlarda imdb'nin içinden çıkamadığınızda rehber olmaktır.Bu sebeple yazarın 5. maddede anlatacağı blog formatı saf ve katıksız olarak bu amaca hizmet etmeyi amaçlamaktadır. Yazar ne bir sinema eleştirmeni ne gazeteci ne de sinema öğrencisidir.sadece ve sadece sizden fazla film izler.Sanatsal incelemeler ya da yönetmenin ince çakallıklarından, göndermelerinden falan bahsetmez, zaten yakalayabildiği de meçhul hani..
   5- Blog formatı:
        -Filmi yazar belirler.Belirlenen filmler bütün dünyanın bildiği popüler filmler olmayacaktır.Burada amaç zaten büyük çoğunluğun izlediği filmi tanıtmak değil, tersine yazarın kaliteli ve izlemesi zevkli olduğunu düşündüğü ama öyle ulusal kanallarda yayınlanacak kadar popüler olamamış filmlerdir.
        -Yüzeysel bir şekilde konudan bahsedilecektir.Tarzına, işlenişine, oyunculuklara çokta fazla ön planda yer verilmeyecektir.Sadece değinilir.Kısacası işin sanat kısmı es geçilecek,"zevk alarak izleme" teması odak noktası olacaktır
        -Neredeyse hiçbir film tek bir tarz("korku,komedi,macera" manasında tarz) olmadığından filmin belli başlı yönlerinin benzetildiği popüler filmler yazılacaktır.Burada amaç örneğin komedi filmi arayan okuyucunun "istediği tarz" komedi filmine daha kolay ulaştırabilmektir.
        -Yazar, yazdığı bazı filmlerin hangi modda izlenebileceğini anlaşılır olması açısından bir cümle ile açıklayacaktır.

Saygılarımla...